DOLUNAY Derneği Başkanı Faruk Ocak (KÖŞE)
Toplumların medeniyetini çizen tarihleri değil mi? Hani bizim tarihimiz? Tarihimiz yok, tarihimiz ortasından testerelerle kesildi. Kesilmeseydi süreklilik arz edecekti... Ve sürekli arz ederek yeni vasıflar kazandıracaktı. Büyük devletler ve büyük kentler tarihle kurulur ve tarihle değişir. Amenna tarih hiçbir zaman aynı kalmaz... Ama biz değişerek geçmiş devletimize ve geçmiş medeniyetimize daha doğrusu yeni kurduğumuz devletimizin öncesine düşman olduk. Yani kendimize düşman olduk. Sürekli ant içerken, geçmiş tarihimizle kavga ediyoruz adeta... Resmi tarihimiz ideolojik tarih oldu ve resmi tarihte geçmişini unutan oldu. Ve ideolojik tarih gölgeden bir duvar gibi sadece kendi ideolojisini kuşatmakta... Günler günleri kovalıyor, aylar ayları derken, senelerce eski tarihimizin inkarıyla kıvranıyoruz. İdeolojik tarih de karanlıklara bürünüyor ve karanlıklarıyla zalim oluveriyor.. Hazineleri saklayan ideolojik tarih kendi çemberini daralttıkça zalimliği de artıyor. Zalimliği artan tarihimiz sadece birkaç kelimede toplanıyor: yalan ve tarihçiler de yalancı... Düşünce tarihine yalanla giriyoruz. Ve yalanlarla yel değirmenleriyle kavga eder gibi kendimizle kavga ediyoruz. Yel değirmenleriyle kavga eden bizler ve kavga sonunda çınarımız kökünden sökülen ağaç oluyor... Haysiyetimizle ve hatıralarımızla ulu çınarı kurumaya terk ediyoruz adeta. Kavga sonunda hep yalan ve yalancı tarihçilerle karşılaşıyoruz. Karşılaşma hep Anıt kabirlerde ki törenlerle kapanıyor... Orada birbirimizi ilk defa görenler gibiyiz. Hepimiz farklı kalırken, kendi toplumundan ayrılmış birer vatandaş oluyoruz... Biz karşımızdakine ezeli itaat ve saygı beslerken karşımızdaki bizi korkutmakla meşgul... Korkutması da bize yeni bir hayat oluyor... Ve hayatımız da hep yasaklarla çevrili yeni bir dünya... Ve dünyamız sonuca yaklaşmaktan çok uzak kalıyor... Çünkü uzun süren tarihimizden söz etmek yerine durmadan nutuk okuyoruz. Yani nutku mevlit gibi okutanlar yeni bir sistem kurduklarını ama kurdukları sistem hep kendi halkıyla kavgalı... Heyhat! İnsanlar yeniliklere yelken açarken biz hala ölülerimizi kılavuz ediniyoruz. Ve kılavuzlarımızın ortak yönleri; yerleşmiş Ata’nın inançlarından kopmamak… Peki kopmadan yeniliklere nasıl kavuşacağız? Öyleyse kopmadan yenilikleri de arayacağız. Yenilikler her daim Atanın sloganlarına sığınanların tepkileriyle karşılaşma olmayacak... Açıkçası bizimkiler hep önyargılı ve zoraki zorba oluyor... Yeni iklimlere sefer etme yerine yolcularımızın yolları kabirlerde buluşmadan ibaret... Kabirde hoşuma gitmeyen Atanın sloganlarına, yeni sloganların ekleme yapılmaması. Aslında Atanın sloganlarını öğrenirken, sloganlara da yeni sloganlar eklenmesi gerekmekte... Yoksa kendimizi Ata ile hapsedip “senin kurduğun” devletle kalakalacağız. Senin kurduğun devletin ülkesindeyim. Senin kurduğun devlete de dışarıdan barut ve içeride kan yağıyor. Peki kim kurtaracak? Yaşayanlar mı, yoksa ölüler mi? Evet, ideolojik tarih sadece sloganlarıyla yakamıza yapışmış. Yakamıza yapışan tarihin ırmağı bulanık... Hakikatin ölçüleri seçilemiyor. İdeolojik tarihin aksettirdiğinde yeni hiçbir şey de yok. Tarihin derinliklerinde gerçeklerimiz seçilemiyor. Aklımızı Anıt Kabir'in teneşir tahtasında öldürmekten bıktık. Evet, Atatürk milliyetçi ve üretici olurken, ülkeyi kendi ayakları üzerinde kendi olanaklarıyla durdurmaya çalışan devletçi bir lider. Ama şimdi devletçi liderin sloganları sadece propaganda aracı olarak kullanılmakta... Atanın sloganları icraatta geçilmiyorsa nasıl Atatürkçü olunacak? Atatürkçü demek Atanın sloganlarını özümseyip yenileri ekleyip icraata geçirmektir...
Toplumların medeniyetini çizen tarihleri değil mi? Hani bizim tarihimiz? Tarihimiz yok, tarihimiz ortasından testerelerle kesildi. Kesilmeseydi süreklilik arz edecekti... Ve sürekli arz ederek yeni vasıflar kazandıracaktı. Büyük devletler ve büyük kentler tarihle kurulur ve tarihle değişir. Amenna tarih hiçbir zaman aynı kalmaz... Ama biz değişerek geçmiş devletimize ve geçmiş medeniyetimize daha doğrusu yeni kurduğumuz devletimizin öncesine düşman olduk. Yani kendimize düşman olduk. Sürekli ant içerken, geçmiş tarihimizle kavga ediyoruz adeta... Resmi tarihimiz ideolojik tarih oldu ve resmi tarihte geçmişini unutan oldu. Ve ideolojik tarih gölgeden bir duvar gibi sadece kendi ideolojisini kuşatmakta... Günler günleri kovalıyor, aylar ayları derken, senelerce eski tarihimizin inkarıyla kıvranıyoruz. İdeolojik tarih de karanlıklara bürünüyor ve karanlıklarıyla zalim oluveriyor.. Hazineleri saklayan ideolojik tarih kendi çemberini daralttıkça zalimliği de artıyor. Zalimliği artan tarihimiz sadece birkaç kelimede toplanıyor: yalan ve tarihçiler de yalancı... Düşünce tarihine yalanla giriyoruz. Ve yalanlarla yel değirmenleriyle kavga eder gibi kendimizle kavga ediyoruz. Yel değirmenleriyle kavga eden bizler ve kavga sonunda çınarımız kökünden sökülen ağaç oluyor... Haysiyetimizle ve hatıralarımızla ulu çınarı kurumaya terk ediyoruz adeta. Kavga sonunda hep yalan ve yalancı tarihçilerle karşılaşıyoruz. Karşılaşma hep Anıt kabirlerde ki törenlerle kapanıyor... Orada birbirimizi ilk defa görenler gibiyiz. Hepimiz farklı kalırken, kendi toplumundan ayrılmış birer vatandaş oluyoruz... Biz karşımızdakine ezeli itaat ve saygı beslerken karşımızdaki bizi korkutmakla meşgul... Korkutması da bize yeni bir hayat oluyor... Ve hayatımız da hep yasaklarla çevrili yeni bir dünya... Ve dünyamız sonuca yaklaşmaktan çok uzak kalıyor... Çünkü uzun süren tarihimizden söz etmek yerine durmadan nutuk okuyoruz. Yani nutku mevlit gibi okutanlar yeni bir sistem kurduklarını ama kurdukları sistem hep kendi halkıyla kavgalı... Heyhat! İnsanlar yeniliklere yelken açarken biz hala ölülerimizi kılavuz ediniyoruz. Ve kılavuzlarımızın ortak yönleri; yerleşmiş Ata’nın inançlarından kopmamak… Peki kopmadan yeniliklere nasıl kavuşacağız? Öyleyse kopmadan yenilikleri de arayacağız. Yenilikler her daim Atanın sloganlarına sığınanların tepkileriyle karşılaşma olmayacak... Açıkçası bizimkiler hep önyargılı ve zoraki zorba oluyor... Yeni iklimlere sefer etme yerine yolcularımızın yolları kabirlerde buluşmadan ibaret... Kabirde hoşuma gitmeyen Atanın sloganlarına, yeni sloganların ekleme yapılmaması. Aslında Atanın sloganlarını öğrenirken, sloganlara da yeni sloganlar eklenmesi gerekmekte... Yoksa kendimizi Ata ile hapsedip “senin kurduğun” devletle kalakalacağız. Senin kurduğun devletin ülkesindeyim. Senin kurduğun devlete de dışarıdan barut ve içeride kan yağıyor. Peki kim kurtaracak? Yaşayanlar mı, yoksa ölüler mi? Evet, ideolojik tarih sadece sloganlarıyla yakamıza yapışmış. Yakamıza yapışan tarihin ırmağı bulanık... Hakikatin ölçüleri seçilemiyor. İdeolojik tarihin aksettirdiğinde yeni hiçbir şey de yok. Tarihin derinliklerinde gerçeklerimiz seçilemiyor. Aklımızı Anıt Kabir'in teneşir tahtasında öldürmekten bıktık. Evet, Atatürk milliyetçi ve üretici olurken, ülkeyi kendi ayakları üzerinde kendi olanaklarıyla durdurmaya çalışan devletçi bir lider. Ama şimdi devletçi liderin sloganları sadece propaganda aracı olarak kullanılmakta... Atanın sloganları icraatta geçilmiyorsa nasıl Atatürkçü olunacak? Atatürkçü demek Atanın sloganlarını özümseyip yenileri ekleyip icraata geçirmektir...