DOLUNAY Başkanı Faruk OCAK:
Biz ise; kolaya alıştık. Ve toplum olarak derine inip araştıranlardan olmayı bıraktık. Çünkü önümüzde ne bir ideal, ne de bir amaç... Bu bizim gafletimiz olmaktadır ve gafletimiz de bizim için geride kalmak olmaktadır. Geride kalırken, değişen toplum ile hayat derin bir bunalım içinde... Batıl inançların doğurduğu bunalımın bilinçsizliğinde herkesin hayatı kısır bir döngüden kurtulmazken, bu döngü artık rahatsızlık vermektedir. Ve toplum rahatsız iken herkes üstüne düşen görevi yapmamakla araştırmayı ve yardımlaşmayı unuttu. Yardımlaşma bitince sevgi de bitti. Sevgisizlikle çok geride kaldı. Geride kalışımız alnımızda belirlenen bir yara oldu. Bu cehaletin bıraktığı ve etrafını yapma dikenli çelenklerin süslediği bir yaradır. Bu yara sevgisiz ve ilimsiz iken, yaramızla hepimiz süslendik. Geçen gün bir sohbette bu konu ortaya atıldı. Neden biz geride Avrupa ülkeleri ilerdedir? Neden bizde ilim adam yetişmiyor gibi sorular sorulup yanıtlar bekleyip durdular. Aslında konuşmamı istiyorlardı. Ama ne hikmetse konuşmak istemiyordum. İstememe rağmen içimdeki kıpırdaşan yanardağ lavları ateşleriyle yükseliyordu. Ve ciğerlerim kömür ateşi gibi kızarıp duruyordu. Ben bu kızaran yanar dağ ateşini içimde zor tutarken, bir de kalkıp yalınayak üzerinde yürüdüm. Neden yetişsin ki? Diye bu defa ben sordum. Halkına karşı yapılan inkılaplar kin ve nefret tohumunu tattırırken, sevgi ve saygıyı bitiriyordu. Her inkılap döneminde parıldayıp yıldızlaşacak aydınlarımızı hapislerde veya idamlarla yerin altında çürütmeye terk ediyorduk. Çünkü ilim adamlarının cahil cellatları karanlıkta parlayan yıldızlara ve ateş böceklerine tahammülü yok idi. Bir dostum evinde yakalanmıştı. Onun elinde bir kitap ve sırtında eski bir hırka vardı. Çünkü malına mülküne evine tıkanlar tarafından el konulmuştu. Evine tıkılırken, çekilen resmin altında “işte bu geri kafalılar okuduklarıyla toplumu karanlığa sürüklemektedir” diye atılan manşetin tersi bize bu arkadaş toplumunu aydınlığa keşfe çıkarken neden yakalandığını sorgulatıyordu. Hangimiz karşı çıkabildik? Hangimiz cesaretimizi aslan gibi gösterip bu genç suçlu değildir, diyebildik. Bu gencin dostları, yanında görünmesinler diye bu gençten köşe bucak kaçıyorlar... Görünmesinler diye devekuşu gibi gözlerine kilit vururken, gencin yazdıklarına da kilit vuruluyordu. Bu gencin yazdığı kitapları sansüre uğrarken, inkılapçılar basılan kitaplarını da sobalarda yakıyordu. Devletin yaptığı; yirminci asır inkılapları işkenceleriyle ve hücreleriyle korkunçtu… Tapar gibi inkılapçılar bir mabet gibi kabul ediliyorsa ben bugünkü halka da inanmıyorum. Hani inkılaplardan ve yapılan yanlışlardan ders alacaktık? Tam tersi halk sarhoş narasına benzeyen, fısıltısıyla ve kekeleyişiyle duruyor. Eğer halk düşünmeye çalışıyorsa, düşüncenin yankıları nerede? Yankıları yok, çünkü birbirini anlamaya çalışanlar yok artık. Sanırım ki inkılaplar haksız derebeyliğine rağmen, devam edip bu ülkenin son tarihçileri olacaktır.
Biz ise; kolaya alıştık. Ve toplum olarak derine inip araştıranlardan olmayı bıraktık. Çünkü önümüzde ne bir ideal, ne de bir amaç... Bu bizim gafletimiz olmaktadır ve gafletimiz de bizim için geride kalmak olmaktadır. Geride kalırken, değişen toplum ile hayat derin bir bunalım içinde... Batıl inançların doğurduğu bunalımın bilinçsizliğinde herkesin hayatı kısır bir döngüden kurtulmazken, bu döngü artık rahatsızlık vermektedir. Ve toplum rahatsız iken herkes üstüne düşen görevi yapmamakla araştırmayı ve yardımlaşmayı unuttu. Yardımlaşma bitince sevgi de bitti. Sevgisizlikle çok geride kaldı. Geride kalışımız alnımızda belirlenen bir yara oldu. Bu cehaletin bıraktığı ve etrafını yapma dikenli çelenklerin süslediği bir yaradır. Bu yara sevgisiz ve ilimsiz iken, yaramızla hepimiz süslendik. Geçen gün bir sohbette bu konu ortaya atıldı. Neden biz geride Avrupa ülkeleri ilerdedir? Neden bizde ilim adam yetişmiyor gibi sorular sorulup yanıtlar bekleyip durdular. Aslında konuşmamı istiyorlardı. Ama ne hikmetse konuşmak istemiyordum. İstememe rağmen içimdeki kıpırdaşan yanardağ lavları ateşleriyle yükseliyordu. Ve ciğerlerim kömür ateşi gibi kızarıp duruyordu. Ben bu kızaran yanar dağ ateşini içimde zor tutarken, bir de kalkıp yalınayak üzerinde yürüdüm. Neden yetişsin ki? Diye bu defa ben sordum. Halkına karşı yapılan inkılaplar kin ve nefret tohumunu tattırırken, sevgi ve saygıyı bitiriyordu. Her inkılap döneminde parıldayıp yıldızlaşacak aydınlarımızı hapislerde veya idamlarla yerin altında çürütmeye terk ediyorduk. Çünkü ilim adamlarının cahil cellatları karanlıkta parlayan yıldızlara ve ateş böceklerine tahammülü yok idi. Bir dostum evinde yakalanmıştı. Onun elinde bir kitap ve sırtında eski bir hırka vardı. Çünkü malına mülküne evine tıkanlar tarafından el konulmuştu. Evine tıkılırken, çekilen resmin altında “işte bu geri kafalılar okuduklarıyla toplumu karanlığa sürüklemektedir” diye atılan manşetin tersi bize bu arkadaş toplumunu aydınlığa keşfe çıkarken neden yakalandığını sorgulatıyordu. Hangimiz karşı çıkabildik? Hangimiz cesaretimizi aslan gibi gösterip bu genç suçlu değildir, diyebildik. Bu gencin dostları, yanında görünmesinler diye bu gençten köşe bucak kaçıyorlar... Görünmesinler diye devekuşu gibi gözlerine kilit vururken, gencin yazdıklarına da kilit vuruluyordu. Bu gencin yazdığı kitapları sansüre uğrarken, inkılapçılar basılan kitaplarını da sobalarda yakıyordu. Devletin yaptığı; yirminci asır inkılapları işkenceleriyle ve hücreleriyle korkunçtu… Tapar gibi inkılapçılar bir mabet gibi kabul ediliyorsa ben bugünkü halka da inanmıyorum. Hani inkılaplardan ve yapılan yanlışlardan ders alacaktık? Tam tersi halk sarhoş narasına benzeyen, fısıltısıyla ve kekeleyişiyle duruyor. Eğer halk düşünmeye çalışıyorsa, düşüncenin yankıları nerede? Yankıları yok, çünkü birbirini anlamaya çalışanlar yok artık. Sanırım ki inkılaplar haksız derebeyliğine rağmen, devam edip bu ülkenin son tarihçileri olacaktır.