DOLUNAY BAŞKANI FARUK OCAK
Mektubunda yazılar kolay okunuyordu. Yazının satırları birbirine karışmamıştı. Çok defa satırlar birbirine yalpa vursa da satırların numara sıraları birbirini tutuyordu. Ve şükrediyorum ki senden bu mektubu aldım. Biliyorsun yalnızlık zor. Yalnızlık bir felakettir. Yalnızlık, kendi kendisiyle yaşayan ölüdür. Ve ölü yaşam ise; işkencedir. İşkence; dostların kaybolduğu, seslerin yok olduğu ve güzelliklerin sırt çevirdiği düşman bir dünya... Hayır, hayır ölü ama gömülmesi unutulan olmakta... Ben ölü mü yoksa diri miyim? Diri de olsam, kabiliyetlerimi yalnızlığıma yüklemem artık teselli etmiyor. Zaten yalnızlık bütün felaketleri meşrulaştırıyor. Yalnızlığı bütün mazereti ile hissetmek dayanılmaz işkenceli bir felaket. Ben neredeyse bu felaketimi bir ömür boyu çektim. Yalnızlık benim için bir zilletler zinciri... Yalnız kalırken roman okuyorum ama okuduğum romanlardaki kahramanların hiç birini kendime benzetemiyorum ki bir teselli kaynağım olsun. Yalnızlığım romanlara sığmayacak kadar büyük olsa gerek. Peki, ben bu yalnızlıkla nerede barınabilirim? Tabii ki kendi vatandaşlarım arasında barına bilirim. Herhangi bir toplum değil, vatandaşlarıyla benim toplum olacak… Ve şehirleri benim şehrim… Ama bana deniliyor ki; ”Toplumun dert ve ıstırabını bırak kendi hayatını yaşa”. Ben toplum olmadan yaşayamam ki… Yaşadığım toplumun acısı ve ter kokusu çekiyor kendine. Demek ki acı ve ter kokulu toplumun daima bir neferi olmam yaşatıyor beni... Yaşadığım toplum için denmiş ki; bu toplumun ülkesi bir zamanlar tefekkürlerin ülkesiydi. Ama şimdi ne oldu bize? Ne tefekkür, ne de toplum kaldı. Adeta toplum kendi medeniyetini terk etmiş… Peki, kitapların anlattıkları ne olacak? Kitaplarda anlatılanlar sadece hikaye olarak mı kalacak? Öyleyse hikayenin aydın kahramanları suçlu… Çünkü aydınlar kendilerini topluma anlatamamış. Evet anlatamıyoruz. Kendi sulbümüzden olan çocuklarımızla karşı karşıyayız. Çocuklarımız bizi çiğneyip geçiyor. Çiğneyip geçiyor çünkü şimdi çocuklarımızın başında yeni rejisörler var. Ve rejisörler ne yazık ki kötü niyetli… Kötü niyetli rejisörlerin arkasına takılan çocuklarımızı kurtarmak istiyoruz ama nafile... Daha doğrusu çocuklarımızı fethetmek gerek ama bu fetih maceramızda perişanlık ve çok ıstıraplı yalnızlık var… Kurtuluş için el ele vermek istediğimiz çocuklar uzatılan ellerimizi boş bırakıyor. Demek ki artık sevgimiz ve babalık fırtınalarda sürüklenip vınlayan rüzgarın sesi… Demek ki mağlup edilmişiz. Çocuklarımızla Hz. Eyüp gibi kurt ve kurtçuklarla baş başa bırakılmışız. Açıkçası, kurt ve kurtçukların yaptıkları değil de evlatlarımızın yaptıkları sadece acıtıyor bizi.
Mektubunda yazılar kolay okunuyordu. Yazının satırları birbirine karışmamıştı. Çok defa satırlar birbirine yalpa vursa da satırların numara sıraları birbirini tutuyordu. Ve şükrediyorum ki senden bu mektubu aldım. Biliyorsun yalnızlık zor. Yalnızlık bir felakettir. Yalnızlık, kendi kendisiyle yaşayan ölüdür. Ve ölü yaşam ise; işkencedir. İşkence; dostların kaybolduğu, seslerin yok olduğu ve güzelliklerin sırt çevirdiği düşman bir dünya... Hayır, hayır ölü ama gömülmesi unutulan olmakta... Ben ölü mü yoksa diri miyim? Diri de olsam, kabiliyetlerimi yalnızlığıma yüklemem artık teselli etmiyor. Zaten yalnızlık bütün felaketleri meşrulaştırıyor. Yalnızlığı bütün mazereti ile hissetmek dayanılmaz işkenceli bir felaket. Ben neredeyse bu felaketimi bir ömür boyu çektim. Yalnızlık benim için bir zilletler zinciri... Yalnız kalırken roman okuyorum ama okuduğum romanlardaki kahramanların hiç birini kendime benzetemiyorum ki bir teselli kaynağım olsun. Yalnızlığım romanlara sığmayacak kadar büyük olsa gerek. Peki, ben bu yalnızlıkla nerede barınabilirim? Tabii ki kendi vatandaşlarım arasında barına bilirim. Herhangi bir toplum değil, vatandaşlarıyla benim toplum olacak… Ve şehirleri benim şehrim… Ama bana deniliyor ki; ”Toplumun dert ve ıstırabını bırak kendi hayatını yaşa”. Ben toplum olmadan yaşayamam ki… Yaşadığım toplumun acısı ve ter kokusu çekiyor kendine. Demek ki acı ve ter kokulu toplumun daima bir neferi olmam yaşatıyor beni... Yaşadığım toplum için denmiş ki; bu toplumun ülkesi bir zamanlar tefekkürlerin ülkesiydi. Ama şimdi ne oldu bize? Ne tefekkür, ne de toplum kaldı. Adeta toplum kendi medeniyetini terk etmiş… Peki, kitapların anlattıkları ne olacak? Kitaplarda anlatılanlar sadece hikaye olarak mı kalacak? Öyleyse hikayenin aydın kahramanları suçlu… Çünkü aydınlar kendilerini topluma anlatamamış. Evet anlatamıyoruz. Kendi sulbümüzden olan çocuklarımızla karşı karşıyayız. Çocuklarımız bizi çiğneyip geçiyor. Çiğneyip geçiyor çünkü şimdi çocuklarımızın başında yeni rejisörler var. Ve rejisörler ne yazık ki kötü niyetli… Kötü niyetli rejisörlerin arkasına takılan çocuklarımızı kurtarmak istiyoruz ama nafile... Daha doğrusu çocuklarımızı fethetmek gerek ama bu fetih maceramızda perişanlık ve çok ıstıraplı yalnızlık var… Kurtuluş için el ele vermek istediğimiz çocuklar uzatılan ellerimizi boş bırakıyor. Demek ki artık sevgimiz ve babalık fırtınalarda sürüklenip vınlayan rüzgarın sesi… Demek ki mağlup edilmişiz. Çocuklarımızla Hz. Eyüp gibi kurt ve kurtçuklarla baş başa bırakılmışız. Açıkçası, kurt ve kurtçukların yaptıkları değil de evlatlarımızın yaptıkları sadece acıtıyor bizi.