Kars DOLUNAY Derneği Engelliler Birim Başkanı Faruk OCAK:
Bir zamanlar biz de vardık. Dünya haritasında en göz önünde olan idik… Bizi tanıyanlar çocuklarını ninnilerimizle uyuturlardı. Bu ninni ne korkutucu, ne de dehşetleriydi. Tek kelime ile bize duydukları sevgiydi. Bu sevgi hala bazı coğrafyalarda hayat hikayemiz olarak anlatılır. Hayat zorbalıkla değil ama çelik gibi bir saygı ve çelik gibi bir sevgi bağlılığıyla düzen kurulmuştu. Bu çelik disiplin zoraki değil kendiliğinden oluşuyordu. Ama ne var ki bizi medeniyetten kolay kopardılar. Daha doğrusu büyük devlet olma ideallerimizi sekteye uğrattılar. Koparılma yabancı hafiyelerin gözetiminde hayatımız küçük devlet olarak arka odalarında akmaya başlamış oluyordu. Konuştuklarımız ve düşüncelerimiz bizden önce yabancı ajanların sansüründen geçiyordu. Kimse onların izni olmadan ne düşünebilir, ne de konuşabilirdi. Medeniyetten koparılırken, medeniyetsiz ve tarihsiz hiçbir zaman bir millet olunmayacağını unuttuk... Medeniyetimizin kökleri kesilirken, bizi ilimden ve alışkanlıklarımızı çocuklarımızdan uzak tutarak irtibatını bizden kestiler. Biz kendi içimize dönerken, çocuklarımız yeni öğrendikleriyle kafeste kuş olup onların kafeslerinde yaşamaya başlıyordu artık. Çünkü bize değil, başkalarını taklit ettirilmeye zorlanmaktaydılar... Taklit muhabbeti başını alıp gidiyorken çocuklar başkalarının orijinali oluyordu. Bu faciadan kurtulamıyoruz, daha doğrusu masumiyetimizi orijinal facialarıyla ödetiyorlar.
Anadolu’da insanların hayatı sadece taklitten ibaret artık… Medeniyetimizi tanrıları batırmıştı. Kendimizi ve tanrıları tanımak… Daha doğrusu düşmanımız tanımak… Anadolu’nun açık kapısından içeri dalan ve mahzenlerinde hainliğiyle misafir hayatı yaşayan bir alay misafir var. Anadolu’da ışık sadece onlar için var. Işık saçan eğitim ve öğretim yuvalarımızda önceleri bütün pencerelerden bize ışık saçarken, sonra bir odasının pencereleri aydınlık, daha sonra bütün odalar karartıldı. Aydınlık daha sonra da mum aydınlığına dönüşen ışık gibi oldu. Sonra hep birlikte mum ışığında kaldık. Düşmanımızın sırtımıza geçirdiği cehalet kaftanını giymek affedilmez bir mantıksızlık idi. Evet, kendimizi tanımak… Düşmanımızı tanımak… Her an eriyen, dağılan, dumanlaşan, sonra tekrar eski kötü biçimine geçen, geçmiş ilimlerin hatırası ile rüyalarımızı, düşmanın dilekleriyle değişik bir cehalete döndürürken, seraba dönüşmeye neden bir kader yaptık ki? Düşmanı hep birden yeni rolüne başlayan sinsi tanrılarını sahnelerimizde bırakıp, sonra sahneden çekildiğimiz için kendi tiyatromuz düşmana kaldı. Belki sahne perdesine bir tek defa aksetmeyip, oyuna katılmadan bir kukla gibi, çürümeye kendimizi terk ettik… Bu halka artık seyirci kalmak bir kader oldu. Bu olacak bir cehaletin habercisi... Aileler çocuğunun eğitimine saece seyirci olarak yaşıyor. Aradığımızı kaybetmekle kalmıyoruz, çocuklarımıza cehaleti bir prova yaptırır gibi yabancılara aşılatıyoruz.
Memlekette bu trajedi ne zaman son bulacak acaba? Cehalet içindeki yöneticiler, eğitimsizliğe bir eğlenceye katılır gibi ve cehaleti bir namus borcu gibi saymadıklarından, bilgisizliği düşmanın sofrasında kadeh tokuşturarak sarhoş olmaktan vazgeçmiyorlar. İşte ben böyle bir memleketteyim. Eğitim ve öğretimin durumu zihnimi kamçılıyor. Memleketim karanlıklardadır. Memleketimin kurtuluş isteği ancak beynime yapışıyor kalıyor. Vatandaşlarımın ekseriyeti zavallı ve bu zavallı insanlar topluluğu çocuklarının aydınlıklarından rahatsız bile olmakta... Ne yapalım karanlıklara öyle alıştırıldık ki artık aydınlıklar rahatsız etmektedir.
Bir zamanlar biz de vardık. Dünya haritasında en göz önünde olan idik… Bizi tanıyanlar çocuklarını ninnilerimizle uyuturlardı. Bu ninni ne korkutucu, ne de dehşetleriydi. Tek kelime ile bize duydukları sevgiydi. Bu sevgi hala bazı coğrafyalarda hayat hikayemiz olarak anlatılır. Hayat zorbalıkla değil ama çelik gibi bir saygı ve çelik gibi bir sevgi bağlılığıyla düzen kurulmuştu. Bu çelik disiplin zoraki değil kendiliğinden oluşuyordu. Ama ne var ki bizi medeniyetten kolay kopardılar. Daha doğrusu büyük devlet olma ideallerimizi sekteye uğrattılar. Koparılma yabancı hafiyelerin gözetiminde hayatımız küçük devlet olarak arka odalarında akmaya başlamış oluyordu. Konuştuklarımız ve düşüncelerimiz bizden önce yabancı ajanların sansüründen geçiyordu. Kimse onların izni olmadan ne düşünebilir, ne de konuşabilirdi. Medeniyetten koparılırken, medeniyetsiz ve tarihsiz hiçbir zaman bir millet olunmayacağını unuttuk... Medeniyetimizin kökleri kesilirken, bizi ilimden ve alışkanlıklarımızı çocuklarımızdan uzak tutarak irtibatını bizden kestiler. Biz kendi içimize dönerken, çocuklarımız yeni öğrendikleriyle kafeste kuş olup onların kafeslerinde yaşamaya başlıyordu artık. Çünkü bize değil, başkalarını taklit ettirilmeye zorlanmaktaydılar... Taklit muhabbeti başını alıp gidiyorken çocuklar başkalarının orijinali oluyordu. Bu faciadan kurtulamıyoruz, daha doğrusu masumiyetimizi orijinal facialarıyla ödetiyorlar.
Anadolu’da insanların hayatı sadece taklitten ibaret artık… Medeniyetimizi tanrıları batırmıştı. Kendimizi ve tanrıları tanımak… Daha doğrusu düşmanımız tanımak… Anadolu’nun açık kapısından içeri dalan ve mahzenlerinde hainliğiyle misafir hayatı yaşayan bir alay misafir var. Anadolu’da ışık sadece onlar için var. Işık saçan eğitim ve öğretim yuvalarımızda önceleri bütün pencerelerden bize ışık saçarken, sonra bir odasının pencereleri aydınlık, daha sonra bütün odalar karartıldı. Aydınlık daha sonra da mum aydınlığına dönüşen ışık gibi oldu. Sonra hep birlikte mum ışığında kaldık. Düşmanımızın sırtımıza geçirdiği cehalet kaftanını giymek affedilmez bir mantıksızlık idi. Evet, kendimizi tanımak… Düşmanımızı tanımak… Her an eriyen, dağılan, dumanlaşan, sonra tekrar eski kötü biçimine geçen, geçmiş ilimlerin hatırası ile rüyalarımızı, düşmanın dilekleriyle değişik bir cehalete döndürürken, seraba dönüşmeye neden bir kader yaptık ki? Düşmanı hep birden yeni rolüne başlayan sinsi tanrılarını sahnelerimizde bırakıp, sonra sahneden çekildiğimiz için kendi tiyatromuz düşmana kaldı. Belki sahne perdesine bir tek defa aksetmeyip, oyuna katılmadan bir kukla gibi, çürümeye kendimizi terk ettik… Bu halka artık seyirci kalmak bir kader oldu. Bu olacak bir cehaletin habercisi... Aileler çocuğunun eğitimine saece seyirci olarak yaşıyor. Aradığımızı kaybetmekle kalmıyoruz, çocuklarımıza cehaleti bir prova yaptırır gibi yabancılara aşılatıyoruz.
Memlekette bu trajedi ne zaman son bulacak acaba? Cehalet içindeki yöneticiler, eğitimsizliğe bir eğlenceye katılır gibi ve cehaleti bir namus borcu gibi saymadıklarından, bilgisizliği düşmanın sofrasında kadeh tokuşturarak sarhoş olmaktan vazgeçmiyorlar. İşte ben böyle bir memleketteyim. Eğitim ve öğretimin durumu zihnimi kamçılıyor. Memleketim karanlıklardadır. Memleketimin kurtuluş isteği ancak beynime yapışıyor kalıyor. Vatandaşlarımın ekseriyeti zavallı ve bu zavallı insanlar topluluğu çocuklarının aydınlıklarından rahatsız bile olmakta... Ne yapalım karanlıklara öyle alıştırıldık ki artık aydınlıklar rahatsız etmektedir.