Hep düşündüm. Bir elimde kalem, ötekinde müsvedde parçası bir kağıtla... Kağıda çizilen acıların en büyüğünde ben var idim. Var olan acılar kalemin çizdiği mazi idi. Yine de tek desteğim mazimin acılarından doğacak ümitler olacak...
Bu adam bu ümitleriyle sokaklarda yürümektedir. Bu sokak çıkmaz sokak mıydı? Bu sokak meçhule mi giderdi? Her şeye rağmen bu adam ümitlerine koşuyordu. Evet, her şeye rağmen ümitsizliği kalemle yenmeye çalışan bir derbeder idim... Derbeder idim, çünkü hayatım romanların en tatsızı idi. Tatsız romanımda yalnız değildim. Yalnızlığımla cebelleşirken, diğer tarafta çocuklarımı düşünüyordum. Çocuklarımı düşünmediğim zaman idamını bekleyenden farkım yoktu. Farkımız idamını bekleyen çocuklarını sırtında ben ise: kafamda taşıyordum. Taşınanlarla aynı kulvarda koşuyorduk. Aynı localarda kalıyorduk. Kaldığım ile kalmadım. Locanın kapı deliğinden yalnız bıraktıklarımı gördüm. Gördüklerim hep o kapının ardında kaldı. Hiçbir hücre, hiçbir hapishane hayatımdaki bu rezil oyunu sergileyemez. Yine de oyunun gölgesinde doğacak ümitlerimi çocuklarım için beslemeye çalışacak idim. Zaten çocuklarım için beslediklerimle yaşıyordum.
Orhan’ın babası bir bavul dolusu kitap ve bir kimlik bırakmış, benimse hala bir mesleği barındıran bir hüviyetim yok. Hüviyetsiz baba iken, tabi ki çocuklarım beni anlamayacak. Ama Allah biliyor ki çocuklarımın başında onlar için çok gayret sarf ettim. Ve her zaman sarf ettiğim gayret ancak taşıyabildiğim kadar idi. Sevinç ve kederlerine de elimden geldiği kadar katıldım. Hatta hayatımda umut ettiğim bütün saadet payımı onlara devretmeye hazırım. Devredeceklerim belki kağıtlarda küflenecek ve küf kokacak. Küf koksa da bu küflü satırları yazmaya soyundum bir kere. Bu küflü satırları çocuklarım ne yapacak? Acaba bir armağan gibi kabullenebilecekler mi? Kabul etmeseler de onları eğlendirmek veya tatmin etmek için yazılmıyor. Hiç kimseyi teselli etmeyi de düşünmüyorum. Yazdıklarım tek huzurumdur. Kudurmamak ve cinnet geçirmemek içindir. Çünkü kavgam ve kavga silahım sadece yazdıklarımdır. Kavga silahını atıp kavgadan kaçan birine de benzeyemezken, her gün çocuklarım için kavgaya tutuştuklarıma da yaklaşıyorum. Kavga için ne esrarkeşler gibi akşamları, ne de korkaklar gibi hileli gölgeleri arıyorum. Tenimde aleni aydınlıklar var. Aydınlıklar herkesin gerçekleri... Ve ancak gerçeklerle başımdaki bulutlar dağılmaktadır. Bulutları dağıtmak için kalemim kırk beş yıldır yazıyor. Ama kırk beş yıldır kalemim perişan ve kağıtlarım paramparça bir durumdadır. Çünkü kalemin yazdıklarına her taraftan hücum var. Kalem ile kağıt hücumlarla haşir neşir olmaktan yoruldu. Toplum kendini sevmedi ki onlar için çırpınan kalemi sevsin. Sevilmeyen kalem, çocukları için çırpınırken belki toplum içinde mağlup ama mağlup da olsa başı eğilmiyor. Çünkü biliyor ki eğilen baş ile gerçekler kayboluyor. Kaybolmasa da sadece kabuk bağlıyor.
Herhalde kalemim çocuklarının başında baba yiğitti. Çocuklarının başında kabuk bağlamamak veya kaybolmamak için her gerçeği aktarırken güneşin altında çocuklarına söylenmeyen hiçbir şey bırakmak niyetinde değildir…
Bu adam bu ümitleriyle sokaklarda yürümektedir. Bu sokak çıkmaz sokak mıydı? Bu sokak meçhule mi giderdi? Her şeye rağmen bu adam ümitlerine koşuyordu. Evet, her şeye rağmen ümitsizliği kalemle yenmeye çalışan bir derbeder idim... Derbeder idim, çünkü hayatım romanların en tatsızı idi. Tatsız romanımda yalnız değildim. Yalnızlığımla cebelleşirken, diğer tarafta çocuklarımı düşünüyordum. Çocuklarımı düşünmediğim zaman idamını bekleyenden farkım yoktu. Farkımız idamını bekleyen çocuklarını sırtında ben ise: kafamda taşıyordum. Taşınanlarla aynı kulvarda koşuyorduk. Aynı localarda kalıyorduk. Kaldığım ile kalmadım. Locanın kapı deliğinden yalnız bıraktıklarımı gördüm. Gördüklerim hep o kapının ardında kaldı. Hiçbir hücre, hiçbir hapishane hayatımdaki bu rezil oyunu sergileyemez. Yine de oyunun gölgesinde doğacak ümitlerimi çocuklarım için beslemeye çalışacak idim. Zaten çocuklarım için beslediklerimle yaşıyordum.
Orhan’ın babası bir bavul dolusu kitap ve bir kimlik bırakmış, benimse hala bir mesleği barındıran bir hüviyetim yok. Hüviyetsiz baba iken, tabi ki çocuklarım beni anlamayacak. Ama Allah biliyor ki çocuklarımın başında onlar için çok gayret sarf ettim. Ve her zaman sarf ettiğim gayret ancak taşıyabildiğim kadar idi. Sevinç ve kederlerine de elimden geldiği kadar katıldım. Hatta hayatımda umut ettiğim bütün saadet payımı onlara devretmeye hazırım. Devredeceklerim belki kağıtlarda küflenecek ve küf kokacak. Küf koksa da bu küflü satırları yazmaya soyundum bir kere. Bu küflü satırları çocuklarım ne yapacak? Acaba bir armağan gibi kabullenebilecekler mi? Kabul etmeseler de onları eğlendirmek veya tatmin etmek için yazılmıyor. Hiç kimseyi teselli etmeyi de düşünmüyorum. Yazdıklarım tek huzurumdur. Kudurmamak ve cinnet geçirmemek içindir. Çünkü kavgam ve kavga silahım sadece yazdıklarımdır. Kavga silahını atıp kavgadan kaçan birine de benzeyemezken, her gün çocuklarım için kavgaya tutuştuklarıma da yaklaşıyorum. Kavga için ne esrarkeşler gibi akşamları, ne de korkaklar gibi hileli gölgeleri arıyorum. Tenimde aleni aydınlıklar var. Aydınlıklar herkesin gerçekleri... Ve ancak gerçeklerle başımdaki bulutlar dağılmaktadır. Bulutları dağıtmak için kalemim kırk beş yıldır yazıyor. Ama kırk beş yıldır kalemim perişan ve kağıtlarım paramparça bir durumdadır. Çünkü kalemin yazdıklarına her taraftan hücum var. Kalem ile kağıt hücumlarla haşir neşir olmaktan yoruldu. Toplum kendini sevmedi ki onlar için çırpınan kalemi sevsin. Sevilmeyen kalem, çocukları için çırpınırken belki toplum içinde mağlup ama mağlup da olsa başı eğilmiyor. Çünkü biliyor ki eğilen baş ile gerçekler kayboluyor. Kaybolmasa da sadece kabuk bağlıyor.
Herhalde kalemim çocuklarının başında baba yiğitti. Çocuklarının başında kabuk bağlamamak veya kaybolmamak için her gerçeği aktarırken güneşin altında çocuklarına söylenmeyen hiçbir şey bırakmak niyetinde değildir…