Dün eski müsveddeleri karıştırdım. Müsveddeler eski bir bohçada önüme serildi. Bohçadaki elbiseler, modası geçmemiş olarak karşımda durdu. Her günkü tazeliğini koruyarak çıktı karşıma.
Bu merakımla geçmişimizi bir kere daha karıştırdım. Bu karıştırma az da olsa geçmişe karşı merakımı arttırdı. Tatmin etti mi? Evet, tatmin olduğum bohçada bol hasat vardı. Bol hasat kültür dünyasında dolaşılarak toplanmıştı. Okuyunca kendi yazılarımla nefes alıyor ve düşündüklerimle rahatlıyordum. Zaten düşünmeden aynı kültürüyle kalmak hiçbir işe yaramıyordu. Evvela yazılar yabancısı olmadığım bir bohçanın konularını didikliyordu. Beynimi didiklerken, kurtuluş kuşağı ve o kuşakla beraber kurtuluşa sevdalılar... Sonra, kurtuluşa engel olanların uzun süren tarihinin bize sunduklarını gördük… Hangisini ne zaman okuyacağız? Nihayet dost sanılanlarla yapılan antlaşmalar... Ve antlaşmaların akabinde doğan tartışmaların arkasında ucu hep açık kalan tenkitler... Tenkitler haklılık payımızı artırırken, gizli antlaşmalar boyuna kopan filmlere benziyordu, Daha doğrusu kopuk, kopuk bırakılan antlaşmalarla bazı kısımlarını görmediğimiz filmlere benzetiyorduk. Bir filmin ortasında seyretmeye başlayıp veya film seyredilirken ikide bir sigara molası verip filmi parça parça seyretmeye zorlanıyorduk. Biliyoruz ki çağımız zoraki görsel bilgilere dayandırıldı. Bize gösterilen görsel bilgiler, bizim istediğimiz veya bizim hayrımıza değilken, adeta zoraki başıyla ve kesik sonuyla bize gösterilmekteydi. Bu bizim isteğimiz dışında cereyan etmekteydi... Bu tarihi sürecin kabul edilmeyecek ihmalleri var iken, neticeleri de ortadaydı... Neticelerin bize öğrettiği, bazıları kendi halkına karşı haydutluğu meslek edinmişti… Vatandaşın yabancıların tımarhanesine teslim edilmesi halk için çok hazin idi... Kendi vatandaşının ciğerini ve etinin kemirilmesine izin çıkartmak anlaşılmaz bir duygu olmakla birlikte tescilli hıyanetti... Açıkçası değişen tarihimizle ve değişen her iktidarla beraber canımızdan birer parça teslim etmek canımızı yakmaktaydı. Bu gidişatın hangi eller tarafından yara sızısına çevrildiğini tahmin edebiliyorduk.. Daha doğrusu bu gidişatın yara sızısına çevrilişi düpedüz birilerinin eline yağlı ekmek vermekteydi. Bu gidişatla şartlarımız kötüleştikçe yağlı ekmek büyümekte ve yara sızısı da onun oranında büyüyüp daha çok kanamaktaydı... Ama ne yazık ki bu gidişatı yağlı ekmek yapıp bavullarına yerleştirenler başımızda bir alay imtiyazlı yarattı. Evet, bizler günün gerçeklerini güneşin ışığında göremiyorsak, güneşin ne günahı vardı. Ne yazık ki güneşe açılan bohçamda hep aynı sıkıntılar. Sıkıntılar bildiklerini yazmaktan korkmak mı idi? Bildiklerimi yazmaktan korkar mıydım? Hayır. Gerçeklerim suya, havaya ihtiyaç duyduğum kadar hayatımın birer parçasıydı. Daha doğrusu bohçamda inandığım gerçekler bağlıyor beni hayata. Gerçeklerim fırtınalı... Fırtınalarıma söz geçirmek isterim. Zaten yaşamım, fırtınaya kapılmak değil, ona söz geçirebilmek... Söz geçirdiğim fırtınalarım boşuna yangınlar çıkarmaz... Halaylarla başlayan yangınlara her şeyimi attım. Ama bir şey unutuyordum, insan yangınlarda çıplak çıkmamalı... Bense meydana çıkmıştım bir kere... Kavgaya ve yanmaya davet ediyordum herkesi... Benim kavgam bir delinin hayat hikayesi değil. Benim anlattığım bir yazarın hayat hikayesi... Ama yine de hikayelerimin yetmemesinden korkuyorum. Ve korkularıma pervasızca daldım. Bu görevi yiğit ve dürüst aydın yazarlar gibi gözümü kırpmadan üstlendim. Karşılaşacağım bütün tehlikelere rağmen, ne kapitalizm, ne de sosyalizm kapalı kalmamalıdır derken, dinleri de eklemiştim. Aksi bir fikir, aksi bir ideal hayatımda yer almazdı zaten. Bilime aşık iken, ilimlerin pasaportunu cebimde taşıyordum. Ve pasaportumla hayatımın arenasında sağ ve sol meclislerine dalmıştım. Daldığım kapılarda eli mızraklı nöbetçilere rağmen düşünce fenerimi aydınlatmıştım. Ben Herkül değildim ama inancım ve felsefem beni cesaretlendiriyordu. Bu cesaretli felsefemle ne sorumsuz kalabalıklara, ne de cemiyetlere benzemediğimi anladım. Onlara benzemediğimi ve yanlışlıklarını bütün saldırılarına rağmen cesaretle haykırdım. Bahis konusu olan bir ayaklanma, bir başkaldırı, bir isyan idi elbette... İsyankar ama kötü niyetli değildim. Olmaz dediğim haksızlıkları açıktan açığa yüzlerine haykırmıştım. Adalet terazisini kalbimin derinliklerinden söküp atamaz iken, ne yağlı ekmek, ne de şan şöhret mefhumunu hatırımdan geçirmiştim. Sadece kalabalıklara gerçeklerimi ve şerefimi teslim etmek istemiyordum. Zaten derdim çobansız rahat etmeyen sürüler... Kabullenmediğim, yerde sürünenler ve dört ayaklı olanlar... Ki onlar da bütün hakaretlere ve zilletlere kendilerini alıştırmışlardı. Açıkçası benim derdim çizme yalayanlar idi. Ama çizmesini yalayıp arkasına takıldıkları hep habisler ve yılışık olanlar idi... Beni kahreden adaleti hayal eden her yazar gibi bunların yaptıkları ıstırap oluyor...
Ama belirttiğim gibi bu kader benim payıma düştü. Ve o kaderimden de kaçamayacağım. Ancak koştuğum yollarda iz bırakmak için tohum atacağım ki arkamda yeşillensin. Şüphesiz yine vahşi ormanlarda dolaşacağım ve belki yine kötü kaderlerle karşılaşacağım ama geri dönmek arzusunu içimde hep taşıyacağım. Bilsem ki önümde pusu kuran düşmanlarım var yine de her ihtimali göze alacağım ve cesaretle adalet yolundan yüzümü çevirmeyeceğim...
Bu merakımla geçmişimizi bir kere daha karıştırdım. Bu karıştırma az da olsa geçmişe karşı merakımı arttırdı. Tatmin etti mi? Evet, tatmin olduğum bohçada bol hasat vardı. Bol hasat kültür dünyasında dolaşılarak toplanmıştı. Okuyunca kendi yazılarımla nefes alıyor ve düşündüklerimle rahatlıyordum. Zaten düşünmeden aynı kültürüyle kalmak hiçbir işe yaramıyordu. Evvela yazılar yabancısı olmadığım bir bohçanın konularını didikliyordu. Beynimi didiklerken, kurtuluş kuşağı ve o kuşakla beraber kurtuluşa sevdalılar... Sonra, kurtuluşa engel olanların uzun süren tarihinin bize sunduklarını gördük… Hangisini ne zaman okuyacağız? Nihayet dost sanılanlarla yapılan antlaşmalar... Ve antlaşmaların akabinde doğan tartışmaların arkasında ucu hep açık kalan tenkitler... Tenkitler haklılık payımızı artırırken, gizli antlaşmalar boyuna kopan filmlere benziyordu, Daha doğrusu kopuk, kopuk bırakılan antlaşmalarla bazı kısımlarını görmediğimiz filmlere benzetiyorduk. Bir filmin ortasında seyretmeye başlayıp veya film seyredilirken ikide bir sigara molası verip filmi parça parça seyretmeye zorlanıyorduk. Biliyoruz ki çağımız zoraki görsel bilgilere dayandırıldı. Bize gösterilen görsel bilgiler, bizim istediğimiz veya bizim hayrımıza değilken, adeta zoraki başıyla ve kesik sonuyla bize gösterilmekteydi. Bu bizim isteğimiz dışında cereyan etmekteydi... Bu tarihi sürecin kabul edilmeyecek ihmalleri var iken, neticeleri de ortadaydı... Neticelerin bize öğrettiği, bazıları kendi halkına karşı haydutluğu meslek edinmişti… Vatandaşın yabancıların tımarhanesine teslim edilmesi halk için çok hazin idi... Kendi vatandaşının ciğerini ve etinin kemirilmesine izin çıkartmak anlaşılmaz bir duygu olmakla birlikte tescilli hıyanetti... Açıkçası değişen tarihimizle ve değişen her iktidarla beraber canımızdan birer parça teslim etmek canımızı yakmaktaydı. Bu gidişatın hangi eller tarafından yara sızısına çevrildiğini tahmin edebiliyorduk.. Daha doğrusu bu gidişatın yara sızısına çevrilişi düpedüz birilerinin eline yağlı ekmek vermekteydi. Bu gidişatla şartlarımız kötüleştikçe yağlı ekmek büyümekte ve yara sızısı da onun oranında büyüyüp daha çok kanamaktaydı... Ama ne yazık ki bu gidişatı yağlı ekmek yapıp bavullarına yerleştirenler başımızda bir alay imtiyazlı yarattı. Evet, bizler günün gerçeklerini güneşin ışığında göremiyorsak, güneşin ne günahı vardı. Ne yazık ki güneşe açılan bohçamda hep aynı sıkıntılar. Sıkıntılar bildiklerini yazmaktan korkmak mı idi? Bildiklerimi yazmaktan korkar mıydım? Hayır. Gerçeklerim suya, havaya ihtiyaç duyduğum kadar hayatımın birer parçasıydı. Daha doğrusu bohçamda inandığım gerçekler bağlıyor beni hayata. Gerçeklerim fırtınalı... Fırtınalarıma söz geçirmek isterim. Zaten yaşamım, fırtınaya kapılmak değil, ona söz geçirebilmek... Söz geçirdiğim fırtınalarım boşuna yangınlar çıkarmaz... Halaylarla başlayan yangınlara her şeyimi attım. Ama bir şey unutuyordum, insan yangınlarda çıplak çıkmamalı... Bense meydana çıkmıştım bir kere... Kavgaya ve yanmaya davet ediyordum herkesi... Benim kavgam bir delinin hayat hikayesi değil. Benim anlattığım bir yazarın hayat hikayesi... Ama yine de hikayelerimin yetmemesinden korkuyorum. Ve korkularıma pervasızca daldım. Bu görevi yiğit ve dürüst aydın yazarlar gibi gözümü kırpmadan üstlendim. Karşılaşacağım bütün tehlikelere rağmen, ne kapitalizm, ne de sosyalizm kapalı kalmamalıdır derken, dinleri de eklemiştim. Aksi bir fikir, aksi bir ideal hayatımda yer almazdı zaten. Bilime aşık iken, ilimlerin pasaportunu cebimde taşıyordum. Ve pasaportumla hayatımın arenasında sağ ve sol meclislerine dalmıştım. Daldığım kapılarda eli mızraklı nöbetçilere rağmen düşünce fenerimi aydınlatmıştım. Ben Herkül değildim ama inancım ve felsefem beni cesaretlendiriyordu. Bu cesaretli felsefemle ne sorumsuz kalabalıklara, ne de cemiyetlere benzemediğimi anladım. Onlara benzemediğimi ve yanlışlıklarını bütün saldırılarına rağmen cesaretle haykırdım. Bahis konusu olan bir ayaklanma, bir başkaldırı, bir isyan idi elbette... İsyankar ama kötü niyetli değildim. Olmaz dediğim haksızlıkları açıktan açığa yüzlerine haykırmıştım. Adalet terazisini kalbimin derinliklerinden söküp atamaz iken, ne yağlı ekmek, ne de şan şöhret mefhumunu hatırımdan geçirmiştim. Sadece kalabalıklara gerçeklerimi ve şerefimi teslim etmek istemiyordum. Zaten derdim çobansız rahat etmeyen sürüler... Kabullenmediğim, yerde sürünenler ve dört ayaklı olanlar... Ki onlar da bütün hakaretlere ve zilletlere kendilerini alıştırmışlardı. Açıkçası benim derdim çizme yalayanlar idi. Ama çizmesini yalayıp arkasına takıldıkları hep habisler ve yılışık olanlar idi... Beni kahreden adaleti hayal eden her yazar gibi bunların yaptıkları ıstırap oluyor...
Ama belirttiğim gibi bu kader benim payıma düştü. Ve o kaderimden de kaçamayacağım. Ancak koştuğum yollarda iz bırakmak için tohum atacağım ki arkamda yeşillensin. Şüphesiz yine vahşi ormanlarda dolaşacağım ve belki yine kötü kaderlerle karşılaşacağım ama geri dönmek arzusunu içimde hep taşıyacağım. Bilsem ki önümde pusu kuran düşmanlarım var yine de her ihtimali göze alacağım ve cesaretle adalet yolundan yüzümü çevirmeyeceğim...