Kars DOLUNAY Derneği Başkanı FAruk Ocak yazdı:
Hayatımda iki sevinç vardır. Batı’dan ve Doğu’dan iki dil öğrenmem...
Eğitimin ciddi disiplininden geçerken, basamakları birer birer ve her basamağını hakkıyla öğreten öğretmenlerle geçirmem kayda değer bir öğretim oluyordu... Öğretmenlerim ağır başlı, küçük dağları biz yarattık kibrinden ve her türlü komplekslerden uzaktılar. Orta eğitim kendi ekseninde öğretmenlerimin vefalı fedakarlıklarının himayesinde tamamlamam sevindiriciydi. Sevindirici olan diğer bir şey de derste çok farklı konular işleniyordu. Aslında farklı medeniyetlere açılmamak kendi ekseninde kendi kendini tekrarlatmaktı... Ama açılmak, başkasının peşinde sürüklenmek ve başkası olmak olmayacaktı... Ama biz kendimizi terk ederek düşüncesini yaşayan canlıları olmaktan uzaklaştık. Başkasıyla aşk yaşamaya kalktığımızda kendi kendimizi unuttuk. Doğunun ölçüleriyle aşık olmaktan utanır olduk. Doğulu aşkımızı dumura uğratıp sadece Batı'yla aşkı yaşamaya kalktık. Arkalarında koşarken, yetişmeme arzusu hep kabarıp cazibesini artırıyordu. Aşka düşenlerin çocukları ebeveynlerinden daha fazla aşık ve sarhoş oluyordu... Sarhoşluk son dönemde çocuklarda hep Batı damgasını taşıyordu. Hiçbir zaman peşinde koştuğumuz Batı'nın değer ve takdirini kazanamadık. Batılı olmak istemeyen bir kesim de vardı. Onlar da dinlerine ve Araplara ayrı bir saygı ve sonsuz bir hürmetin içinde kalıyordu. Arap kültürü içinde olanların her hareketi ve her davranışı dekoratif olmaktan daha ileriye gitmiyordu. Dekor bazen kendisi olmaktan daha fazla köyden sosyete toplumun içine düşmüş bir kızın hikayesine dönüşebiliyordu. Kör kütük sevdalanırken, artık arkalarından giden olmaktan kurtulamıyorduk Demek ki Tanzimat'a kadar kültür ve medeniyetimiz Doğulu, Tanzimat'tan sonra ise: Batılı... İkisinde de kendimize ait fikir ve düşünce yoktu. Tanzimat'tan önce Arap kültür ve Acem edebiyatıyla yeşerirken, sonrası çiçek ve güllerimizi sulaması için yüzümüzü Batı’ya çeviriyorduk. Evet, her ikisinde de ölüm döşeğini onlara teslim edip sermelerini istiyorduk. Ama bildiğimiz gerçek her millet geçmişiyle kök salardı. Kökleriyle gözü açık şekliyle şekillenmek ilk görev... Bizde dindar ve Arap kültürünün başında M. Akif gelirdi. Akif ümmetçi iken, onun dışındaki dindarların bakışı cihanşümul değildi... En sonunda ülkesi dışında kurtuluş olmayacağını anlayan Akif ülkesine döndü. Ama ülkesinde de İslam dini objektif olmaktan uzaklaştıran cemiyetler kendi dinini yaşamaya başlıyordu. Yaşamaya başlayan cemiyetler akılla çözümü kabullenmezken, ibadette dayanan bir yaşam tarzıyla kalıyorlardı. İslamiyet’i ret etmediler ama ne bir anlaşma, ne de ortak noktaları kalıyordu… En sonunda sadece milli kimliğine bürünen Akif ne demişti: “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” Evet, Çanakkale savaşındaki şehit ve gazileri Bedir savaşçılarından öncelikli yapması Tabi ki Arap sevdasıyla yaşayanların hoşuna gitmemişti. Araplar birbiriyle savaş faaliyeti içinden kurtulamazken, ülkesinde de Arap sevdalıları da Akif'le barış içinde değildi. Ve dine dayananların hedefi dağınık ve parçalanmış olduğunu anlıyordu Akif.. Çünkü birbiriyle savaşırken, farklı mevsimler renkleriyle hizmetlerinde değildi... Güneş ve yıldızlar onlar için parlamıyordu. Ve günler ortak düşünce içinde açılmıyordu. Akif ortaklık tebessümüyle süslenirken, ortaklığı kabullenmeyen kültürler şikayet etmeye hak mı bırakırdı artık? Diğer tarafta ırka dayananların başında; Ziya Gökalp vardı... Ziya Gökalp düşüncesiyle sadece ırka dayandığından ideoloji ve düşünce köksüz kalıyordu. Kök olmadığı için ne gövde oluyordu, ne de dalları. Gövdesiz ve dalsız da ayakta kalınmazdı. Demek ki sadece tek bağlayıcı dil yetmiyordu. Zaten Ergenekon, Orhun yazıtları ve Dede Korkut hikayeleri yalnız başlarına yetmedi… Türklük yarım iken, ne Fuzuli, ne de Nebi’yi kabulleniyorlardı… Eli silahlı Şeyh Şamil, daima Nebi ve Fuzuli’den önce gelirdi. Zaten ırklar akılla çözümü kabullenmezken, şoven duygularına dayanan bir yaşam tarzıyla diğer ırkları ret ediyorlardı. Irklar arası ne bir anlaşma, ne de ortak nokta bırakıyorlardı… Objektif olmaktan uzak iken, ancak 0ırk kendi ırkını yaşama hakkına sahip kılıyordu.
Hayatımda iki sevinç vardır. Batı’dan ve Doğu’dan iki dil öğrenmem...
Eğitimin ciddi disiplininden geçerken, basamakları birer birer ve her basamağını hakkıyla öğreten öğretmenlerle geçirmem kayda değer bir öğretim oluyordu... Öğretmenlerim ağır başlı, küçük dağları biz yarattık kibrinden ve her türlü komplekslerden uzaktılar. Orta eğitim kendi ekseninde öğretmenlerimin vefalı fedakarlıklarının himayesinde tamamlamam sevindiriciydi. Sevindirici olan diğer bir şey de derste çok farklı konular işleniyordu. Aslında farklı medeniyetlere açılmamak kendi ekseninde kendi kendini tekrarlatmaktı... Ama açılmak, başkasının peşinde sürüklenmek ve başkası olmak olmayacaktı... Ama biz kendimizi terk ederek düşüncesini yaşayan canlıları olmaktan uzaklaştık. Başkasıyla aşk yaşamaya kalktığımızda kendi kendimizi unuttuk. Doğunun ölçüleriyle aşık olmaktan utanır olduk. Doğulu aşkımızı dumura uğratıp sadece Batı'yla aşkı yaşamaya kalktık. Arkalarında koşarken, yetişmeme arzusu hep kabarıp cazibesini artırıyordu. Aşka düşenlerin çocukları ebeveynlerinden daha fazla aşık ve sarhoş oluyordu... Sarhoşluk son dönemde çocuklarda hep Batı damgasını taşıyordu. Hiçbir zaman peşinde koştuğumuz Batı'nın değer ve takdirini kazanamadık. Batılı olmak istemeyen bir kesim de vardı. Onlar da dinlerine ve Araplara ayrı bir saygı ve sonsuz bir hürmetin içinde kalıyordu. Arap kültürü içinde olanların her hareketi ve her davranışı dekoratif olmaktan daha ileriye gitmiyordu. Dekor bazen kendisi olmaktan daha fazla köyden sosyete toplumun içine düşmüş bir kızın hikayesine dönüşebiliyordu. Kör kütük sevdalanırken, artık arkalarından giden olmaktan kurtulamıyorduk Demek ki Tanzimat'a kadar kültür ve medeniyetimiz Doğulu, Tanzimat'tan sonra ise: Batılı... İkisinde de kendimize ait fikir ve düşünce yoktu. Tanzimat'tan önce Arap kültür ve Acem edebiyatıyla yeşerirken, sonrası çiçek ve güllerimizi sulaması için yüzümüzü Batı’ya çeviriyorduk. Evet, her ikisinde de ölüm döşeğini onlara teslim edip sermelerini istiyorduk. Ama bildiğimiz gerçek her millet geçmişiyle kök salardı. Kökleriyle gözü açık şekliyle şekillenmek ilk görev... Bizde dindar ve Arap kültürünün başında M. Akif gelirdi. Akif ümmetçi iken, onun dışındaki dindarların bakışı cihanşümul değildi... En sonunda ülkesi dışında kurtuluş olmayacağını anlayan Akif ülkesine döndü. Ama ülkesinde de İslam dini objektif olmaktan uzaklaştıran cemiyetler kendi dinini yaşamaya başlıyordu. Yaşamaya başlayan cemiyetler akılla çözümü kabullenmezken, ibadette dayanan bir yaşam tarzıyla kalıyorlardı. İslamiyet’i ret etmediler ama ne bir anlaşma, ne de ortak noktaları kalıyordu… En sonunda sadece milli kimliğine bürünen Akif ne demişti: “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” Evet, Çanakkale savaşındaki şehit ve gazileri Bedir savaşçılarından öncelikli yapması Tabi ki Arap sevdasıyla yaşayanların hoşuna gitmemişti. Araplar birbiriyle savaş faaliyeti içinden kurtulamazken, ülkesinde de Arap sevdalıları da Akif'le barış içinde değildi. Ve dine dayananların hedefi dağınık ve parçalanmış olduğunu anlıyordu Akif.. Çünkü birbiriyle savaşırken, farklı mevsimler renkleriyle hizmetlerinde değildi... Güneş ve yıldızlar onlar için parlamıyordu. Ve günler ortak düşünce içinde açılmıyordu. Akif ortaklık tebessümüyle süslenirken, ortaklığı kabullenmeyen kültürler şikayet etmeye hak mı bırakırdı artık? Diğer tarafta ırka dayananların başında; Ziya Gökalp vardı... Ziya Gökalp düşüncesiyle sadece ırka dayandığından ideoloji ve düşünce köksüz kalıyordu. Kök olmadığı için ne gövde oluyordu, ne de dalları. Gövdesiz ve dalsız da ayakta kalınmazdı. Demek ki sadece tek bağlayıcı dil yetmiyordu. Zaten Ergenekon, Orhun yazıtları ve Dede Korkut hikayeleri yalnız başlarına yetmedi… Türklük yarım iken, ne Fuzuli, ne de Nebi’yi kabulleniyorlardı… Eli silahlı Şeyh Şamil, daima Nebi ve Fuzuli’den önce gelirdi. Zaten ırklar akılla çözümü kabullenmezken, şoven duygularına dayanan bir yaşam tarzıyla diğer ırkları ret ediyorlardı. Irklar arası ne bir anlaşma, ne de ortak nokta bırakıyorlardı… Objektif olmaktan uzak iken, ancak 0ırk kendi ırkını yaşama hakkına sahip kılıyordu.