Kars DOLUNAY Derneği Bakanı Faruk OCAK
Güç olanın anlaşılması gerekiyor. Anlaşılıyor mu? Aslında anlaşılması gerekiyor çünkü yazılar her aydınla sokaktaki kişinin anlayabileceği basitlikte… Kelimeler; her aydının ve her cahilin anlayabileceklerinden seçiliyor. Satırlar ne aydının, ne de cahilin karşısında birbirine karışıyor. Kelimeler bazen deli rüzgar gibi uğulduyor ama rüzgarlar her zaman fırtına değil, bazen de meltem... Seçtiğim konular şiir gibi şiirsel… Bu bir maharet miydi, eğer maharet ise, evet bu maharetimi alıp sunmuş oluyordum okuyuculara? Belki ilkyazımda bir başlık bile yoktu. Belli ki ilk ile en son arasında cennetteki kadar farklı mevsimler... Şükrediyorum hem cennette, hem de mevsimlere... Yoksa aksi daha beter bir işkence... Yaşarken ölmek gibi, diri diri mezara girmek gibi… Gerçeklerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu, cisimlerin manasını kaybettiği, anlamsız bir dünya olurdu… Dünya derken, bugün dünyadaki toplumların sosyolojik tahlilleri üzerinde duracaktım. Ama düşünmeden önce kendimi yazının içinde buldum. Yazı yazmadan önce her yazar gibi yazacağım konu hakkında kitap karıştırmak ve az da olsa talim yapmam gerekmekte... Ben de araştırıyorum ve gereken çalışmayı yapmama rağmen, yazdığım yazı beni tatmin etmemekte... Tatmin olmadığım yazılar hakkında dostlarla konuşmak isterken, dostlarım böyle ağır ve edebi yazılar okunmaz, demekle şaşırtmaktalar… Şaşırtırken, öcüden korkar gibi edebi yazılardan korkmaktadırlar. Ama yine de onları tümüyle düşünce yapımın içine yerleştiriyorum. Ve ıstırap içindeki yaşamımı ve kültürümü aktarmaya çalışıyorum... Aktarırken şunu anlıyorum: Bugün yazarla okuyucu ilişkisi kalmadı. İlişkinin bitmesiyle arkadaşlık yapısıyla beraber dostluk da kalmadı. Her şey menfaat üzerine kurulu artık... Ama işin kötüsü bizde hangisi menfaat üzerine kuruludur, hangisi kurulu değildir, bir türlü öğrenemedik. Çünkü her ikisini de aynı kişi üzerinde görebiliyoruz. Halbuki hangi ilişkinin menfaate dayandığını, hangisinin dayanmadığını bilsek ona göre tedbirimizi alırız. Neyse ilişkisi bozuk hokkabazları yerinde bırakıp ilim sahiplerinden bahsedelim... Özellikle Mezopotamya, Horasan ve Buhara'da çağın önde gelen ilim sahiplerinden bahsederken, görüyoruz ki buradaki bilgeler var olan değerleriyle zirvede... Zirvedekiler eleştiri ve eleştirmekle işe başlamışlar. Hepsi de bilgi ve kültürleriyle zorbalığı hükmetme aracı olarak gören sultan ve krallara karşı çıkmışlardır. Karşı çıkarken, devrimci kimliklerinden vazgeçmemişlerdir. Hem ahlak hem de düşünce bakımından hep devrimci kalmışlar. Yerleşmiş yanlış inançlara karşı çıkarken, tutucu çevrelerin hücumuna uğrasalar da elle tutulmayan delillere itibar etmemişler... Onlar için tek ölçü; insan. Her şey insan için... Tabi ki yasalar ve düşünceler insanlarla beraber değişir ve değişimlerle insanların ihtiyaçlarını karşılar. Edep ve felsefeci düşüncelerle aklın dairesinde kabul gören her inanç, sevgiyle ve şüphesiyle beraber onların da ortak vasfı... Daha sonra ne yazık ki bu vasıflarını kaybederek uykuya dalmışlar. Ve çocuklar başlarını kaldırdıkları zaman, atalarının bıraktığı izleri silinmiş bulmuşlar… Aslında silinmemiş. Göçler Döneminde Batı'ya göçmüşler ve Horasan, Semerkant ve Mezopotamya’nın bilgiyle maharetlerini Batılılara öğretirken, Batı onlardan öğrendiklerini çalıp kendisine mal etmiştir. Ve bugünkü insanlık bu çalınan medeniyetin eseri... Atina'nın cahili olduğunu bize Batının kendisi söylemektedir. Yunanların cahil olduklarını ve medeniyeti çaldıklarına borçlu olduklarını ilk haykıran Voltaire’dir. Güzel Katerina’nın Voltaire’ye sorduğu soru:
-Gerçekten ilim ve medeniyet konusunda her şeyimizi bu zekasız Yunanlara mı borçluyuz?
Voltaire, hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden verdiği cevap:
-Hayır, kraliçem. Bu geri zekalı Yunanlar hiçbir şey keşfetmemiş sadece çaldıklarını allayıp pullayıp satmasını becermişler. Gerçekten de Arkeoloji tarihi ve filoloji, Voltaire’nin ne kadar haklı olduğunu bize göstermektedir. Çünkü çağdaş ilim, Yunanları sahte hüviyetiyle tanıtırken, Batı, çaldığı bölgelerin tarihinden bahsetmediğini görüyoruz. Bahsetmeye cesareti yok. Çünkü bu bölgelerin tarihini açıklarsa hırsızlığı ortaya çıkacak… Zaten tarih de; ehliyetsiz olduklarını bize ispat etmeye ve her zaman şehadet edeceğini haykırmaktadır. Batı matematikte ve cebirde habersiz iken Doğu’dan aldıkları cebir işlemleriyle hendesenin çalıntı olduğu ispatlanmaktadır... Bu ilimlerde hiçte başarılı olmadıkları ancak heykel sanatında barılı olduklarını görebiliyoruz. Ne var ki, felsefe ilminde de cahil olduklarının şüpheleri gün yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü aile hayatlarında fazilet sahibi olmadıkları ve sosyal ilimlerle bağdaşmadıkları görülmüştür. Hele tarih; hukuk ve aile hayatı konusunda; dünyada Romalılar ve Yunanlılar kadar ahlaksız ve kanun tanımayan başka bir milleti bize gösteremez…
Güç olanın anlaşılması gerekiyor. Anlaşılıyor mu? Aslında anlaşılması gerekiyor çünkü yazılar her aydınla sokaktaki kişinin anlayabileceği basitlikte… Kelimeler; her aydının ve her cahilin anlayabileceklerinden seçiliyor. Satırlar ne aydının, ne de cahilin karşısında birbirine karışıyor. Kelimeler bazen deli rüzgar gibi uğulduyor ama rüzgarlar her zaman fırtına değil, bazen de meltem... Seçtiğim konular şiir gibi şiirsel… Bu bir maharet miydi, eğer maharet ise, evet bu maharetimi alıp sunmuş oluyordum okuyuculara? Belki ilkyazımda bir başlık bile yoktu. Belli ki ilk ile en son arasında cennetteki kadar farklı mevsimler... Şükrediyorum hem cennette, hem de mevsimlere... Yoksa aksi daha beter bir işkence... Yaşarken ölmek gibi, diri diri mezara girmek gibi… Gerçeklerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu, cisimlerin manasını kaybettiği, anlamsız bir dünya olurdu… Dünya derken, bugün dünyadaki toplumların sosyolojik tahlilleri üzerinde duracaktım. Ama düşünmeden önce kendimi yazının içinde buldum. Yazı yazmadan önce her yazar gibi yazacağım konu hakkında kitap karıştırmak ve az da olsa talim yapmam gerekmekte... Ben de araştırıyorum ve gereken çalışmayı yapmama rağmen, yazdığım yazı beni tatmin etmemekte... Tatmin olmadığım yazılar hakkında dostlarla konuşmak isterken, dostlarım böyle ağır ve edebi yazılar okunmaz, demekle şaşırtmaktalar… Şaşırtırken, öcüden korkar gibi edebi yazılardan korkmaktadırlar. Ama yine de onları tümüyle düşünce yapımın içine yerleştiriyorum. Ve ıstırap içindeki yaşamımı ve kültürümü aktarmaya çalışıyorum... Aktarırken şunu anlıyorum: Bugün yazarla okuyucu ilişkisi kalmadı. İlişkinin bitmesiyle arkadaşlık yapısıyla beraber dostluk da kalmadı. Her şey menfaat üzerine kurulu artık... Ama işin kötüsü bizde hangisi menfaat üzerine kuruludur, hangisi kurulu değildir, bir türlü öğrenemedik. Çünkü her ikisini de aynı kişi üzerinde görebiliyoruz. Halbuki hangi ilişkinin menfaate dayandığını, hangisinin dayanmadığını bilsek ona göre tedbirimizi alırız. Neyse ilişkisi bozuk hokkabazları yerinde bırakıp ilim sahiplerinden bahsedelim... Özellikle Mezopotamya, Horasan ve Buhara'da çağın önde gelen ilim sahiplerinden bahsederken, görüyoruz ki buradaki bilgeler var olan değerleriyle zirvede... Zirvedekiler eleştiri ve eleştirmekle işe başlamışlar. Hepsi de bilgi ve kültürleriyle zorbalığı hükmetme aracı olarak gören sultan ve krallara karşı çıkmışlardır. Karşı çıkarken, devrimci kimliklerinden vazgeçmemişlerdir. Hem ahlak hem de düşünce bakımından hep devrimci kalmışlar. Yerleşmiş yanlış inançlara karşı çıkarken, tutucu çevrelerin hücumuna uğrasalar da elle tutulmayan delillere itibar etmemişler... Onlar için tek ölçü; insan. Her şey insan için... Tabi ki yasalar ve düşünceler insanlarla beraber değişir ve değişimlerle insanların ihtiyaçlarını karşılar. Edep ve felsefeci düşüncelerle aklın dairesinde kabul gören her inanç, sevgiyle ve şüphesiyle beraber onların da ortak vasfı... Daha sonra ne yazık ki bu vasıflarını kaybederek uykuya dalmışlar. Ve çocuklar başlarını kaldırdıkları zaman, atalarının bıraktığı izleri silinmiş bulmuşlar… Aslında silinmemiş. Göçler Döneminde Batı'ya göçmüşler ve Horasan, Semerkant ve Mezopotamya’nın bilgiyle maharetlerini Batılılara öğretirken, Batı onlardan öğrendiklerini çalıp kendisine mal etmiştir. Ve bugünkü insanlık bu çalınan medeniyetin eseri... Atina'nın cahili olduğunu bize Batının kendisi söylemektedir. Yunanların cahil olduklarını ve medeniyeti çaldıklarına borçlu olduklarını ilk haykıran Voltaire’dir. Güzel Katerina’nın Voltaire’ye sorduğu soru:
-Gerçekten ilim ve medeniyet konusunda her şeyimizi bu zekasız Yunanlara mı borçluyuz?
Voltaire, hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden verdiği cevap:
-Hayır, kraliçem. Bu geri zekalı Yunanlar hiçbir şey keşfetmemiş sadece çaldıklarını allayıp pullayıp satmasını becermişler. Gerçekten de Arkeoloji tarihi ve filoloji, Voltaire’nin ne kadar haklı olduğunu bize göstermektedir. Çünkü çağdaş ilim, Yunanları sahte hüviyetiyle tanıtırken, Batı, çaldığı bölgelerin tarihinden bahsetmediğini görüyoruz. Bahsetmeye cesareti yok. Çünkü bu bölgelerin tarihini açıklarsa hırsızlığı ortaya çıkacak… Zaten tarih de; ehliyetsiz olduklarını bize ispat etmeye ve her zaman şehadet edeceğini haykırmaktadır. Batı matematikte ve cebirde habersiz iken Doğu’dan aldıkları cebir işlemleriyle hendesenin çalıntı olduğu ispatlanmaktadır... Bu ilimlerde hiçte başarılı olmadıkları ancak heykel sanatında barılı olduklarını görebiliyoruz. Ne var ki, felsefe ilminde de cahil olduklarının şüpheleri gün yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü aile hayatlarında fazilet sahibi olmadıkları ve sosyal ilimlerle bağdaşmadıkları görülmüştür. Hele tarih; hukuk ve aile hayatı konusunda; dünyada Romalılar ve Yunanlılar kadar ahlaksız ve kanun tanımayan başka bir milleti bize gösteremez…